
İnsanoğlu binlerce yıldır varoluşunu sorguluyor. Dünyaya fırlatılan insan, “nereden geldiğini”, nereye gideceğini” sonu gelmez bir merakla irdeliyor. Kimi aydınlar Spinoza gibi önermelerle, aksiyomlarla matematiksel bir yöntemle Tanrı’yı ispat etmeye çabalıyor. Kimileri Tanrı’yı kendi içinde keşfettiğinden bahsediyor. Kimi filozoflarsa nasıl geldiğimizi bir kenara bırakıp, bundan sonrasının nasıl yaşanması gerektiğine odaklanmayı savunuyor.
Günümüzde artık hangi inanca sahip olursa olsun veya hiçbir inancı olmasın, kabul edelim ki Delfi Tapınağı’nın üzerinde yazılan “kendini bil” tam da varoluşumuzun gerçeği.
J.P.Sartre “ insan kendi kendini seçer” diyor. İnsan kendini seçerken tüm insanları da seçiyor. “İnsan sorumluluğu” demek sadece “kendinden sorumlu” demek istemiyorsak tüm insanlıktan, canlılardan, doğadan sorumlu olmayı seçtiğimizi anlıyoruz.
Ve artık edimlerimizle hem kendimizi hem de insanlığı bağlamaya çalışmış oluyoruz. O halde özgür insan “eylem” fikrine nasıl yaklaşıyor?
Elimden geleni yapacağım ve bunun zorluklarına ve sonucuna katlanacağım, nasılsa benim yerime biri yapar kolaycılığı yani “eylemsizlik” ten bahsetmiyor.
Belirli bir bilinç düzeyinde olan insanı güdüleyen, eyleme sevk eden önemli konulardan birinin ahlak olarak altını çizmek lazım. Ahlak o dine, bu millete, şu anlayışa göre değişen fenomenlerden değil. Picasso’nun bir eserinden bahsederken estetik diyoruz. Elbette sadece güzeli değil, evrensel olan etik değerleri barındırdığı için resme, yontuya, romana büyük eser (opus magnum) deniyor.
O halde sorgulayan insan dendiğinde olgulara, günlük olaylara uzaktan bakıp, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen yahut haksızlıklara, hukuksuzluklara, ayrımcılığa kısaca insan haklarını savunmak için çabalayan insanlara karşı sosyal medya üzerinden “yiğitlik” yapanları kastetmiyorum.
Maddi bir beklentisi olmayan, sadece insan olduğu için, özünden, kültüründen, aileden aldıklarıyla vicdanı rahat etmeyen, üzülen, “kıyamayan” ama kınayan insanlardan bahsediyorum.
Azıcık başını kaldırıp çevresinde gördüğü sorunların tüm dünyanın dertleri olduğunu anlayabilenlerden bahsediyorum.
Polina, Rusya’nın küçük bir köyünde doğmuş, müzikle iç içe büyümüş, ailesinin desteğiyle iyi eğitim almış, Amerika’da hayatını kazanmaya çalışan genç bir kadın. Türkiye’yi takip ettiğinden olsa gerek, son günlerde Dünya’nın yine ilgisini çekmeyi başardığımız “İstanbul Sözleşmesi” nin iptal edilmesinden sonra kadınların çığlıklarına bir nefes olur muyum çabasıyla, üzüntüsünü, bizimle aynı duygularını paylaştığını anlatmak ve farkından olmayanların dikkatini çekebilmek adına bir beste yapmış. Lullaby to Souls, “Ruhlara Bir Ninni”…
Belli ki dünyanın dertleri çoğumuza olduğu gibi ona da dert olmuş. Sadece kadın cinayetleri değil, doğanın talanı, iklim sorunları, çocuk istismarları, yoksulluk, konuşamadığımız, bize unutturulmaya çalışılan yürek yaralayıcı konular…
Türkiye’de yapılan eylemlere bir ses, çorbada benim de tuzum olsun demiş. Videoyu seyredince ben böyle düşündüm. Epeyi bir beğeni almış. Yorumlara baktım, “kerameti kendinden menkul” tipler yine dayanamamış, bu naif müzik parçasına bile, vatan, millet edebiyatı yapabilmişler. Dünyanın bir ucundan sizin acılarınız benim de acım, paylaşıyorum diyen birine teşekkür etmekten başka ne söylenebilir ki.
Farabi diyor ki;
“ Eylemsiz bilgi hiçliktir, bilgisiz eylem cahilliktir”
21. yüzyılda bunu daha iyi hangi kelimelerle anlatabiliriz?
Hatırlatmak gerekiyor, bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar anlatmak gerekiyor. Ülkemizin gündemi Cumhuriyetimizin yüz karası yobazlar tarafından her gün bilinçli olarak değiştirildiği için neye tepki verdiğimizi, dün neye kızdığımızı unutuyoruz. Her gün yitirilen canları, kayıp çocukları, sevgisiz büyüyen insanları hatırlatmak zorundayız. Kadın ölünce, arkasında çocuklarını, sevenlerini, yıkık hayatları bırakıyor. Nasılsa birileri yapar umursamazlığı yerine, insan olmanın onuruyla, anlamlı bir hayat yaşamak lazım.
Teşekkürler Polina, yüreğine sağlık. Derdimiz ortak, çığlığımız ortak…